BU AĞA BAŞKA AĞA

Çoğu insan hayatının büyük bir kısmında başkalarına imrenerek yaşamayı, onun malını, bunun mülkünü, şunun parasını, ötekinin yediğini, berikinin içtiğini konuşmayı, bozuk plak gibi tekrarlamayı bir yaşam tarzı olarak benimsemiştir.

-Abi adamın malı mülkü Karun’unki gibi!

-Bir eli yağda bir eli balda.

-Gak dese döviz guk dese altın akıyor adamın önüne.

-Para içinde yüzüyor.

-Toprağının ucu bucağı görünmüyor.

-Bu hayatta şu adam gibi yaşamak vardı.

-…

Yukarıdaki sıraladığımız türden yüzlerce cümle işitmiş olabiliriz. Ama gel gelelim ki her şey göründüğü gibi olmuyor hayatta. Hani çok imrendiğiniz kimselerin neler çektiğini bilmediğiniz için davulun sesi uzaktan hoş geldiği gibi, dışı seni içi sahibini yakar türünden hadiselere şahit oluruz.

Geçen gün mesai arkadaşım Hayrettin hocamla sohbet ettik biraz. Kendisi şark kültürüyle yetişmiş, özünü kaybetmemiş ve donanımlı bir dosttur. Her zaman ve her konu hakkında konuşuruz. Güncel meselelerden tutun da edebiyat, şiir, toplum, bilim vs. İşte yine ağaç altında hafif esinti altında konu nasıl olduysa “dışı seni içi yaşayanını yakar” mevzusuna geldi. Hayrettin hocam nüktedan biridir. İnce mesajlar verir bazen. Öyle bir hadise anlattı ki tam da “dışı seni içi yaşayanını yakar” sözünün ispatına örnektir. Alın size hayatına imrenilen, ağızlardan salya akıtan bir yaşantının sahibi, vurdum duymaz görünen ve sürekli neşeli olan bir ağanın “dışı seni içi yaşayanını yakar” hali:

Adamın biri oğluyla gelininin yanında kalıyormuş. Eşi vefat ettikten sonra onların yanına sığınmış. Gün geçtikçe evladının ve gelininin dırdırından, tersliklerinden, surat asmalarından bıkmış. Kendi kendine ömrümün bundan sonraki kısmını “hiçbir şeyi kafaya takmayan, gülen bir adamı bulup ona hizmet ederek” geçireceğim der ve evden ayrılır. Diyar diyar gezer ve dediği gibi vurdum duymaz, neşeli, gülen bir adama rastlar. Adam da gittiği o köyün ağasıymış. Adam ağanın yanına gider ve ömrünün geri kalan kısmında kendisine hizmet etmek istediğini söyler. Ağa kabul etmez. Yalnız adamın neden hizmet etmek istediğini de öğrenmek isteyince adam başından geçen olayları ve kendi kendine verdiği sözün gereği neşeli, vurdum duymaz bir insan ararken kendisini gördüğünü ve bunun neticesinde de ömrünü kendisine vakfetmek istediğini söyler.

Ağa şöyle bir durur ve derin bir ah çeker. Kendisine kahve getiren kadının kim olduğunun tahminini ister adamdan. Adam da “ağam sizin karınız olmalı” der. Sonra da ilerideki duran bir adamın kim olduğunu sorar. Adam “ağam sizin hizmetkarlarınızdan birisidir” der. Adam “bir ah çeksem karşıki dağlar yıkılır” der türünden bakar ve adama “dışı seni içi yaşayanını yakar” hadisesini anlatmaya başlar:

-Eşimi öyle çok severdim ki gözüm başkasını görmezdi. Gözleri, kaşları, yanakları, saygısı, sevgisi adeta gözlerimi bağlamıştı. Dünya bir yana eşim bir yana yaşıyordum. Gün geldi eşim çok hastalandı. Adeta eridi bitti. Gitmediğimiz doktor kalmadı ve derman bulamadık. Bir gün eşimin başında dururken bana kendisini ne kadar çok sevdiğimi ve kendisine bir şey olursa evlenip evlenmeyeceğimi sordu. Ben de çok sevdiğimi ve asla başka biriyle evlenmeyeceğimi söyledim. Hatta kendisi de evlenmemem için de söz vermemi ister.

Hastalık sürecinde hac farizasını yapmak için yola koyuldum. Ee, altı ay git altı ay gel zamanları. Aradan bir yıl geçmiş. Hac farizasından döndüm. Köye girişte akrabalarımdan birini gördüm ve bana eşimin vefat ettiğini söyleyerek taziyelerini verdi. Çok üzüldüm ve aklıma birden eşime verdiğim “evlenmeme” sözü geldi. Köye doğru ilerlerken hayvanların iğdiş edildiği yere girdim. Eşimi çok sevdiğimden kendimi iğdiş ettirdim ve evime geldim. Aman Allâh’ım bir de ne göreyim! Eşim karşımda duruyor. Ne yapacağımı şaşırdım. Eşim sevinmedin mi diye sordu. Ben de aksine çok sevindiğimi söyledim. Bana yaklaşmak istedikçe bahaneler uydurdum durdum günlerce. Hacca gidenler ilk üç gün, beş gün, yedi gün, bir ay, kırk gün yaklaşmaz derken bir gün eşim eve geldiğimde dedi ki: “Bugün gittiğim komşu kadınlarına sordum. Onların da kocaları hacca gitmiş ve senin dediğin gibi uzak durmak diye bir şey yokmuş. Söyle bana yoksa üzerime kuma mı getirdin.”

Ben de çaresizce başımdan geçeni anlattım. Kendisini çok sevdiğim için, gözlerim kimseyi görmediği için, sözümde durmak için kendimi iğdiş ettirdim dedim. Git zaman gel zaman eşim bana: “Ben genç bir kadınım, ben sana evlenmeyeceğim diye söz de vermedim. Beni boşa.” Dedi. Ben de köy yerinde böyle bir şeyin mümkün olmayacağını söyledim. Eşim bana başka bir teklifle şöyle dedi: “Bak şu hizmetçi adam güçlü kuvvetli. Beni boşa ve bunu kimseye söylemeyelim. Sana hizmet etmeye devam ederim. Beni bu adamla evlendir. Akşamları da evimde eşimle birlikte kalırım.” Çaresizce eşimin teklifini kabul ettim. İşte şu karşıda gördüğün kadın görünüşte benim karım ama aslında yanındaki erkeğin karısı. Ben de her şeyi içime atarak böyle yaşayıp gidiyorum. Yani anlayacağınız dostlar; “dışı seni içi beni yakar” diye boşa dememişler atalarımız. (Allâh bizleri korusun.)

Kalın sağlıcakla…

Gökmen CAN / Eğitimci Sosyolog

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir